26 Ocak 2015 Pazartesi

Koala

Nasılsın diye sordu biraz gürültülüyüm dedim. Daha sakin olmanı beklerdim dedi, yağmur ve rüzgar kentin üzerinde ritimsiz bir dans sergiliyordu. Denizin üstüne yağan yağmura baktım, çocukluğumdan beri bu durum garip geliyordu, hani ağzına kadar dolu bir bardağa su doldurmaya devam etmek gibi bir his yaratıyordu bu durum bende. Belkide sabırsız oluşumun en büyük göstergesi buydu, sonuçta o denizleri bu yağmurlar oluşturmuştu. Daldın dedi, dalıyorum bazen dedim. Sakin olmayı bende beklerdim kendimden aslında. Her şey uzuyormuş gibi hissediyordum. Gece uzuyor, şehir uzuyor, kadın uzuyor. Her şey çok uzun geliyor bana dedim gereksizce uzun. Kısa olduğunu düşünenler daha çok diye mırıldandı. Büyük ihtimalle haklıydı. İnsanlar sanki 1000 sene yaşadılar mı tüm hayatlar değişecekmiş gibi davranırlar. Tüm bu olanlar sanki ömür dedikleri şeyin kısa olmasından kaynaklıymış gibi bir düşünceleri vardır. Heyhat ne büyük yalan dedim, ne en büyük yalan diye sordu. Yaşamın kısa oluşu dedim. Düşünsene 1000 sene yaşadığını. 1000 sene bir ömrün oldumu ilköğretim 180 sene falan olurdu herhalde. Emeklilik yaşın 980 olurdu. en az 300 yıl eğitim görürsün, 600 yıl çalışırsın, 400-500 sene aynı kadınla evli olursun, büyük acı 700-800 yıl aynı sabahlara uyanmak. Ömür çok uzun diye bitirdim sözlerimi. Gülümsedi o zaman bir şeyler iyi gibi oluyordu. Susup gülümsediği zamanları seviyordum.Peki nasıl olmasını isterdin yaşamın diye sordu. Şüphesiz bir koala gibi olsun isterim. Kafa güzel ve sakin bir hayat. Ölümümde kafası güzel bir koala gibi olsun isterdim hep. Kafam aşırı güzel olduğundan tutunduğum dalı unutmak ve bırakmak. Koalalar bunu yapabiliyorlar. Hayatı unutabiliyorlar ve sakince göçüp gidebiliyorlar. Gülmeye devam ediyordu, bütün bunlar içersinde iyi bir şeydi bu. Bir tembel hayvan gibi gülüyordu yüzü. Tembel hayvanda olabilr dedim.Bunu diyeceğini biliyordum dedi.Gülümseme iyice büyüdü. Kalkalım mı dedi olur dedim. Senin bir okaliptüs dalıan koyalım dedi. Çok iyi fikir bu dedim. Yağmur denizin üstüne yağmaya devam ediyordu.

Across The Universe

Ayrıldıktan sonra  seversin birini ancak. Ölüme yakınken hayatın kıymetli gelmesi gibidir. Gider aldırmazsın, sonra bir an gelir ve anlarsın özlemektesindir onu. Gelmeyecektir geri, belkide budur sevmene sebep. Ondan arta kalanları sevmektesindir. Onu sevdiğine asla emin olamazsın.  Emin olmak istemezsin belkide.Gitme demek zordur ama dön demek ölümdür çoğu zaman. Gitme ve dön kelimeleri ancak şarkılarda yer bulur insan hayatında. Gerçekten omuzlanamayacak kadar ağır yüklerdir. Hatalarını birbir kabul edersin. Herkes için suçlu ilan edersin kendini, atarsın dipsiz bir zindana kefaretini ödeyene kadar. Bir karanlık kaplar için kesif bir nikotin kaplanır hayatın. Dön demezsin he desende dönmez ama genede demezsin. gitmede diyememeştin. gurur falan değildir bunları diyememene sebep sadece varoluşa müdahale edemezsin. özgür irade karşısında tanrı bile korkmuşken kimsenin iradesini ipotek altına alamazsın. bazen bir elveda bile diyemediğin olur. çoğunlukla öfke halleridir bunlar tartışmalar sonucunda gerçekleşmiştir gidişler. bunun için pişman olursun bazen ama geçecektir buda. tüm herşeyin geçtiği gibi bu da geçecektir. arda kalanlar anılar olacaktır birkaç şarkı bir yemek beraber sarhoş olunan mekanlar. başkalarını kucaklayacaksın daha sonra oralarda başkalarınla yiyeceksin o yemeği ve belki bir başkası için  söyleyeceksin o şarkıyı hayat devam edecek. eksilerek değil artarak devam edeceksin hayatına yaşadıkların sözlerine sözlerin gülümsemelere dönüşecek. normaldir ölüm kadar her şey. ayrılığı ölümden farklı kılansa canlıyken tecrübe edersin yaşamını kaybetmeyi. zira her  insan bir dünyadır ve sen bir dünyayı yitirmişsindir. bu yüzden ölüm en büyük acı olamaz zira öldükten sonrasını farketmeyeceksin ama ayrılık canlıyken ölmektir bazen. tüm arabesk şarkıların bir an için anlam kazanmasıdır. sonra gülümseyeceksindir yine o  şarkılara hatta kızacaksın içindeki biat dayatmalarına eskisi gibi ama bazen anlamlı gelecektir. ayrılıklar sessizlikle başlamaz hiç bir zaman ayrılıklar gümbür gümbür gelen olaydır. doğal bir afet gibi önceden belli eder kendini. tıpkı doğal afetler gibi yapılanların bedelidir ayrılıklar. hayat bilgisi ünitelerinde öğrenmemiş miydik çok ağaç kesersen sel olur diye. bunun gibidir ayrılıklar birbirini çok budarsan ayrılık selinden kaçamazsın. ayrıldığın zamana dair kötü şeyler kalmaz pek aklında. kötü şeyler yaşansa bile kötü kalmaz aklında aptalca dersin gereksiz dersin ama kötü demezsin. diyorsan bu bir sorundur ve muhdemeden kurulu ilişki en başından beri sağlıksızdır. sonra her şey normalleşir bir hikaye yerleşir bilgi kütüphanene sana dair olan yeşilmişik muhabbetlerinde anlatılmak üzre. sen yeni dünyalara yelken açarsın kendi yeni dünyanı bulup kurana kadar bir kaç kez tadarsın bu acıyı sonra kafandaki şarkı değişir. tomorrow never knows der beatles. o zaman şimdiyi dibine kadar yaşamalıyım dersin kendine, düne gülerek. bir şarap mantarı yuvarlanır, bir çift göze bakarsın. belki dersin belki  sonra iki çift göz birbirine güler sonra.  bir kaya parçası yuvarlanıp düşer everestin yücelerinden evren gibi sende yolculuğuna devam edersin nameste jai guru deva om ... ölüm bir an ayrılıksa zamandır.

Stimulasyon*

Gri bir gökyüzü altında düşünceler pek sevinç içermez. Kültablasında ki izmaritlerin çokluğu ile ilintilidir insanın ruh hali. Bu sayı birazda yalnızlığın ibresi gibidir. Sıkılmaktan sıkılmış ve sıkılmaya mahkum bünyeler için sigara içmek bir nefes alma biçimidir.

Çok sevdiğim bir dostum şöyle demişti yalnızlık neden bu kadar pahalı ? Hiç haksız sayılmazdı. Yalnızlık ve sıkıntı yük ve pahada ağır şeylerdir. Sigara, uzun alkol kampları, saçma harcamalar hep yalnızlık ve sıkıntı sonucu ortaya çıkmıştır. Hatta kimi zaman insan sıkıntı ve yalnızlıktan dolayı birilerini sevmeye çalışır hatta bazen ölmeye bile çalışanlar gözlemlenmiştir sıkıntı ve yalnızlık dolayısıyla. Yazı kelimeden çok anlam vermeye çalışan bir uğraştır ki bu çoğu zaman anlamsız bir haldir. Yazı  bir çok şey gibi sıkıntı ve yalnızlık sonucu ortaya çıkmış bir şeydir. Yalnızlığından sıkılmış insanın ben burdayım çabasıdır. Yine aynı dostumun dediği gibi insan o kadar yalnızdır ki nasa evrene onlarca dilde mesaj yayınlar bizi birilerinin bulmaları için. İnsanlığın tarihine sıkıntı ve yalnızlık yön vermiştir diyebiliriz. Demesekte olur bu çok önemli değil.

İnsan aynanın diğer tarafından kendine bakmaya başardığı zaman göreceği şey gene kendisidir. Çok mucizevi bir beklentisi olmaması gerekir bu durum karşısında insanın.Aynanın iki yüzündede insan aynıdır yalnız ve sıkılmış. Hepimiz sıkıntı ülkesinin mültecileriyiz ve çoğu zaman yalnızlıktan bir kişi bile değiliz şairin dediği gibi. Bu çok görkemli ya da anlamlı bir hal değil. Bahsetme sebebim bunu yüceltmek hiç değil. Yalnızlığını ve sıkıntını anlama hali kaybettiğini kavradığın andır ki. Kaybetmekte çok görkemli değil. Kaybedenim demenin hiç öyle bir görkemli hali yok sadece kendini biliyorsundur ki bu da insanın yaşam ödevlerinden biridir.Kendinin ne olduğunu bildiğin sürece hayatını bir labratuara çevirebilirsin. Dostlar eklersin, çıkarırsın, sevgililer eklersin, çıkarırsın. İş ve güç bilumum uğraşı sokup çıkarırsın hayatına sırf ve sadece biraz olsun sıkıntını hafifletebilmek  yalnızlığını unutmak için. Özetle insan yalnızdır bunu bilmeyen yoktur herkes bunun farkındadır ama kesinkes bir red ediş halindedir. 

Kadıköyün herhangi bir sokağında öpüştükten sonra kavga etmeye başlayan bir çiftin ve onların yanından sarhoş ve mutsuz yürüyen adam arasında sıkıntı ve yalnızlık olarak hiç bir fark yoktur. İkiside bir gerçek simüle etmeye çalışır ama bunda pek başarılı olamaz.

Aşk bir simülasyondur hayatta yarattığımız ama ağırlıklı olarak stimülasyon halidir. Aşkla simüle etmeye çalıştığımız hayat genellikle gerçekle sonlanır ki bu çoğu zaman acı vericidir. Kısa süreli yaşadığımız bu deneyim hayat deneyinde kendimize uyguladığımız bir stimülasyondan başka bir şey değildir. Aşkı köklendirebilecek kadar uzun ve sabit kalabilmek zamanın altında ezilme sürecini getirir. Bu yüzdendir ki aşk bir yaşlanma halidir. Aşık olunca saçı siyahlaşan bir insan yoktur ama neden saçların beyazlamış arkadaş diye bir şarkımız elde mevcuttur. Bu fiziksel ve ruhsal hareketlilik insanı yorar ve yaşlandırır o yüzden en uzun aşk 20 yy daki ölüm acısına benzer. Uzun yazılar daha çok sıkılmışlık belirtisi olmakla birlikte dahada çok sıkıntıyı beraberinde getirri o yüzden yazı burda bitsin. Hayırlı başarılar herkese bol şans...



*[1] Vücuttaki veya diğer herhangi bir biyolojik sistemdeki fizyolojik ve sinirsel faaliyeti artırmak.

[2] (Birinin) ilgisini ya da coşkusunu artırmak.

Bu çok zor değil. Kendine dürüst olabilmek. Derin bir soluk al ve biraz düşün. Ne kaybedebiliriz daha başka ? Ne bulduk tutunarak. Tutunma, aslında sen de biliyorsun ne kadar çaresiz olduğumuzu. Kahramanlık hikayelerimiz de bulduğumuz bizi kandıran bir parça umuttan başka ne var. Ya tüm o edebi metinler. Kurduğumuz üst insan hayallerinin snopsisi sadece. Bırak artık kendini kandırma . Bu senin lanetin ilerleyeceksin ve yok edeceksin kendinle beraber her şeyi. Sadece bir an bir çift gözde görebildiğin ve uğruna boğulup gittiğin bir an. Artık sakinleş ve kabullen.Nefesini tutuyormuş gibi mi hissediyorsun. Her şeyin en kötü olduğun anda mısın ? Hayır şu an bir çocuk ölüyor. Evet evet ölüyor. Ayakkabı kutularından uzak bir coğrafyada ayakkabısız ve aç ölüyor. Bir kadının kafasına sıkıldı şu köşe başında öldü o da. Bırak nefesini tutma. Çevirme kafanı kaçamıyorsun. Her yanını sarıyor. Bu bir sanrı değil, uzaklaşabileceğin bir gerçek değil. Ensende yaşıyor. Hadi dök tabağındakileri ve yarın işine yaramayacak bir sürü şeyle meşgul ol. Faturaların var daha ödemelisin. Ödemeliyiz bedel ödemeliyiz. Tanrı bile böyle bir hayat kurgulamış. Korkma koşma.Sesler uğulduyor mu ? hayır hayır aslında şimdi duyuyorsun. O uğultular duymaman gereken tehlike çanları. Birileri senden daha fazla zengin oluyor. Birileri senden daha fazla diye anlatıyorlar sana. Aslında fazla olan yok. Hepimiz tabiat ananın yarım bıraktığı bir projeden ibaretiz. Şu tepemizdeki siyah gökyüzü. Aslında siyah değil. Aslında siyahiler gerçekte kahve rengi. Işık hep var ama umut ? umut hiç olmadığı kadar az. Bir parça daha buzul koptu bir yerlerden.Bu artık sıradan zamanın bir parçası zaman seni azaltan. Zaman senden ibaret senden ziyade olan. Eriyor buzul gibi karanlık siyah olmayan karanlık. Koşma her şey daha hızlı olur. İzafiyet gibi düşün ve kalbine dokun. Kalbin güzel bir kadın gibi aslında insansın sen. Acı çekme, kabullen kaybetmedin çünkü kazanacak bir şey yoktu ortada. Kutuların içinden hayatlarımız çıkıyor. Korku filmi gibi, geçenlerde donarak ölen adam gülümsüyor ama o artık geçmişte. Biraz daha yaklaştın sona. Bir soluk daha al belki bulamayabilirsin bir dahakine almak için. Başladığın yerdesin hiç bir yerde. Zaman ise her yerde. Zaman senden öte senden ziyade.Kaldır başını utanma bak gök yüzüne. O ki hayatı damlatan, ve ölümü getiren uçsuz bucaksız o kubbe. Yalnız sana ait olmayan ama senin de olabilen. Ölüm gibi tıpkı. Bu kadar canlı olabilen şey ancak ölüme benzer.Başka bir şey gelmiyor aklıma. Hadi biraz daha kıs gözlerini her şey biraz daha garip gözükene kadar bak ona. Eğer güneş varsa gözlerinin öünde lekeler oluşmaya başlayacak. Gözlerinin kamaşmasından. İşte biz o'yuz tanrının gözlerinin kamaşmasıyız. Bir an için yanıp sönen lekeleriz şu zamanın içinde. Bir yıldız gibi kaymıyoruz. Meteor gibi güzel olan ne varsa yok ederek göçüp gidiyoruz, Dünyadan. Aslında kandırabiliriz kendimizi. Düşün bir kaç pahalı oyuncak nasıl iyi gelecek. Küçük bir iğne deliğinden akan sahte cennet gibi çıkar paraları, bastır yaranın üstüne korkma. Acıların dinecek. Çıkar ver o kartı. Amazonlarda biraz daha ağaç yok olsun çok fazla gerekmeyecek nasılsa.  Haydi iyi kokmalıyız ama hadi çıkar o kartı ver şu lanet tezgahtara evet hayvanların üzerinde test edildi vermez senin derine zarar.Bir sıkıntımız yok. Haydi vaktimiz az at şu yemekleri çöp kovasına. Gidelim kendimize dev gibi bir motoru olan jeep alalım. Egzosu ısıtsın içimizi ve gegezeni. Sakın yavaşlama. Kutuların içine bile sığar. Bir plastik kart bile olur. O senin sahte cennetin. Haydi koşalım belki biraz ot vardır bir yerlerde. En iyi ve pahalısından biraz toz. Çok radikal olduk. Kapitalizmin uyuşturucu tezgahında evet. O bizim altın buzağımız tapalım tapalım tapalım tapalım !!!!Hiç düşünüyor musun seçme şansın olduğunu. Belki de böyle kandırıyoruz kendimizi. Sıradan insanlarız işte. Biri yüksek sesle bağırıdığında koşturuveririz ölüme bile. Aslında birinin ne söylediği değil nasıl söylediği önemli değil mi hepimiz için. Kahramanlarımız, ideolojilerimiz bizi hep ölüme göndermez mi aslında. Bunu destansallaştırdığımız zaman ölmek bile normal gelir hepimize. Savaşlar her zaman sözcüklerin savaşı değil mi aslında ?Fazla mı düşünüyorsun ? bir çok insan böyle hissediyor aslında. Sıradanız yani doğru şekilde söylendi mi koşarız ölüme bile. Siyah ve mavinin savaşı, buna aydınlık karanlık mı diyelim. Gözüm sadece siyahı ve maviyi görüyor. Ayrılmış bir yer kaldı mı payıma sanki. Birileri bunu söyleyip duruyor. Bir fincan çay dışında seçebileceğim bir şey olduğuna inanmıyorum. Bir fincan çay. Demli ya da açık sütlü ya da sade hepsi bu.

Kimse dinlemiyor artık şarkıları. Duyuyorlar sadece. Renkler gibi olmuş şarkılar binlerce magapiksel ama bakanı yok. Hangi renkten hoşlanırdın sen ? Herhangi bir renk. Bir anket defteri sorusu olarak yer almış mazimizde nostaljik bir şey. Rengini belli et. Öfkelen mesala kızar. Öfkenin kızıllığında boğ tüm sahtelikleri. Ama dur ! kendinde boğulabilirsin. Mavi ol. Üzülmen gerekli belki de hüzünlenmen çözülüp giden küp şeker gibi ayrışan benliğine.Orda bir yer de duruyor. Belki uzansak tutabiliriz. Belki belki bu da bir yanılsama. Edebiyat gibi, resim gibi , müzik gibi gerçek sandığımız sonra boğulduğumuz bir dünya belki de bu. Işık uzaklaşıyor şimdi buralarda. Senin oralar ne alemde ? Gülüyor şimdi karanlıkta kısılmış gözler. Gülüyorlarlar halimize. Zafer kahkahalarını atıyorlar. Işık dönüyor burası kararıyor ve ben sanki her an daha da uzaklaşıyorum buradan. Jules Verne düşüyor, karanlıkta. Kitabın kabında bir ay parıldıyor. Buralarda ışık daha da az.Şimdi buluş benimle ayın karanlık yüzünde.

Karanlıkta eşit bütün doğrular, yanlışlar, yalanlar. Nasıl hissetiriyor bu kendini ? Neler yapabilirsin farkında mısın aslında hepsi içinde gizli yıkılıyor şimdi bütün duvarlar. Tüm inançlar gömülüyor. Dövüşebilir misin tekrardan. Dövüşebilir miyiz yarın için. Kaybolmak için tekrar bir çift gözde inanabilir miyiz ? Ps: İş bu yazı Pink Floyd denilen şahanenin Dark Side Of The Moon albümüne ithaf edilmiştir. 

19 Eylül 2014 Cuma

Talassofobi

Yolun sonu denize gidiyordu. Bunu çok iyi hatırlıyorum. Evine giderken denizi görebilirdiniz. Deniz onun için geçerli tek metafordu. Onun gibi hırçın olabiliyordu. Onun gibi sonsuz olabiliyordu. Onun gibi güzeldi ve onun kadar hayat doluydu.

Evet gözleri mavi değildi ama bahse girerim en marianna çukuru kadar derindi. Deniz kenarında bir kadın. Deniz gibi bir kadındı. Bazen aşkım diyordu işte o zaman denizlerden esen  alize rüzgarı gibi ılık bir şeyler yayılıyordu tüm vücuduma. Ki sesi dalgalardan çok daha fazla huzur vericiydi. Minik bir kız çocuğu tınısı vardı sesinde. O farketmezdi bazen konuştuklarını değil sadece sesini dinlerdim.

Dişiyi bilgiyle buluşturup adına sophia diyip tapanlar olmuş bir zamanlar. Hem kutsal fahişe hem yüce bilge. Bu bir hakaret değil dostlarım. Bu gerçek. Rahminde çok dünyaları batırabilir, aklıyla çok erkeği mahvedebilir. Böyle bir kadına aşık olmak boktan bir şeydir. Her zaman korkarak yaşarsınız. Ve şüphesiz korku hata yaptırır.

Varken korkarsınız yokken korkudan ölürsünüz. Özlemi korkunç mezarlıklarda geçen geceler gibidir. Siz sadece seversiniz ve korkarsınız. Bu her şeyi bok etmek için yeterlidir. Sonunda bir morg çalışanı gibi olursunuz. O gittiğinde artık bir morg uzmanısınız. Herkes size ölü gelir. Nekrofil sevişmeler ile beklersiniz ölmeyi. Çok mu abarttığımı söylüyorsunuz. Yaşamadan bilemezsiniz.

Bitmesini istemediğiniz anlar vardır hayatınızda. Onla geçen zamanların tümü buna benzer. Dance me To The End of Love şarkısını herkes bilir. Bu şarkı gibidir bütün yakarışlarınız. Aşkın hayatın soluğun sevişmenin her şeyin sonuna gitmek istersiniz. O bir deniz gibi sürükler sizi sonsuzluğa sadece ufuk çizgisi vardır artık dünyanızda.

Talassafobi başlar ve sürekli batırmaya başlarsınız. Onun için yaptığınız her şey onu kaybetmek ile son bulur. Himalayalarda bir yerli karşılar sizi öküzlüğün ve salaklığın zirvesine çıktığınızda. O gitmiştir. O gittiği için artık siz oz büyücüsündeki korkuluk gibi korkak teneke adam gibi kalpsiz biri olmuşsunuzdur.

Zirvelerde oksijen azdır ve salaklığın zirvesinde genellikle kendinizde boğulup ölürsünüz. Bir dudaktır tekrar nefes almanızı sağlayacak ama artık çok geçtir. Kafkaistik bir dönüşüm size öğretir trake solunumunu. Bir karafatma gibi defalarca ezersiniz kendinizi ama ölmeyi bir türlü beceremezsiniz.


Yaşam ve ölüm gibiydi. Hayat gibi yani. Fişi çekme kararını size bırakacak kadar asil. Onunla kalma kararını size bırakacak kadar saygılı. Böyle birini sadece kaybedebilirsiniz. Bende öyle yaptım. Yazıyı burda bitirmek zorundayım. Girmem gereken otopsiler var. Dikkat edin dostlarım. İyi hayat gibidir. Onu iyi yaşamakta mahvetmekte sizin elinizdedir. 

Barış gücü

Otobüs perona yaklaştığında inanmaz gözlerle etrafına bakıyordu.  Artık dönmemek üzere İstanbul’a geldiğine hala inanmıyordu, her an bir şey olacakmış gibi tetikti. Otogarın o pis griliği İstanbul’un gri gökyüzü ile son derece uyumlu idi. Herkes ailelerine kavuşmak, işine yetişmek için acele ile otobüsün kapılarına hücum ediyordu. Kıpırdamadan yerinde oturuyor. Etrafında olan aceleye anlam vermeye çalışıyordu.

İstanbul’a, otogara, otobüse çok yabancı hissediyordu kendini.  Orda olması çok yanlış gibi geliyordu. Orda olmak için çok mücadele etmişti. Kafasını camdan çevirdiğinde annesi sımsıcak gözlerle bakıyordu. Onu gördüğü zaman biraz normalleşebildi. Yüzüne bir gülümseme bulmaya çalıştı hemen. Elinle barış işareti yaptı. Annesi sol yumruğunu havaya kaldırdı. 

Birkaç yıl önce böyle ayrılmışlardı. Ayrılırken başına gelecek her şeyi biliyordu aslında. Annesinin telkinleri ona komik geliyordu. Çünkü günlerdir annesini telkin eden onu olacaklara hazırlayan kendisi idi. Kafasına takmıştı. İnandığı gibi yaşayacaktı. Bunun için en zorlu virajda idi.

-Salakların bile yapabileceği bir şey bu.
-Biliyorum anne ama sen bana salak olmayı hiç öğretmedin.

Annesi susup gülümsedi. Babasını istememişti yanlarında. Babasını çok seviyordu aslında fakat bütün babalar ve oğullar gibi onlarda yarışıyordu. Yarış zaman zaman şiddetleniyor fair play dışı hareketler oluyordu. Böyle bir zamana denk gelmişti bu ayrılık. İki satranç oyuncusu gibi vedalaşmışlardı bir gün önce. Yüzlerinde poker oyuncularına benzer bir ifadesizlik vardı.
-Başını beladan uzak tut demiyorum. Belaya girdiğinde haber ver.
-İmkânım olduğunda bunu yaparım baba.

 Tokalaşmaları duygusallıktan çok uzaktı. Birbirlerinin suratlarına bakmak istemiyorlardı. İkisi de ağlamak üzereydi.  İlk gençlikten beri süregelen savaş şimdilik ateşkes ile sonlanmıştı. Tanrı oralarda bir yerdeyse ironiden anladığı kesindi.  Ve mesajı çok açıktı. Savaşlar acıdır ve bütün acıları bir başka unutturur.  Çıkmak için arkasını döndüğünde babası durdurdu.
-bu tespihi al. Can sıkıntına iyi gelir.
-Sabıra ihtiyacım olacak. Çok teşekkür ederim.

Babası sarıldı. O sarılma o ana kadar olan tüm soğukkanlılığı alıp götürmüştü. Babasının yutkunduğunu hissediyordu. Kendi de yutkunuyordu. Çok zordu yutkunmak böyle zamanlarda.  O da sarıldı tüm gücüyle. Başını bir an için gömdü babasının boynuna başını. Sonra hızla ifadesiz suratla birbirlerine bakıp ayrıldılar.

Oradan çıktığında sadece içebileceğini düşünüyordu. Ertesi günkü berbat yolculuk için biraz akşamdan kalma olmak iyi olabilirdi. Hemen bir taksiye bindi saklanıp içebileceği bir bar buldu. Tek hatırlardığı üç numara saçlarında gezen bir kadın eliydi o geceye dair. Muhtemel bir acıma seksi ile veda etmişti geceye.

Ertesi gün otogarda idi. Annesi ona sımsıcak bakıyordu. Otobüs hareket etmeye başladığında bütün damarlarında yanma hissetti. Sanki damarlarından kan yerine asit akıyordu. Sol yumruğunu havaya kaldırdı. Annesi barış işareti yapıyordu. İlahi komedya. Barışa şimdi hiç ihtiyacı yoktu. Savaşmayı öğreneceği yere doğru yolculuğu başlamıştı. Annesi barış işareti yapıyordu. Belki her şeyi o barış işareti başlatacaktı. Barış için savamayacaktı.

Sivas’a indiğinde içi bomboştu. Birçok şehre gitmiş. Birçok ayrılık yaşamıştı. Hiç böyle bomboş hissetmemişti kendini. Serin bir havaya doğru yaktı sigarasını. Askerde devre kaybı olmanın avantajlarından biride askere giderken hiç asker görmemenizdir. Askerden arındırılmış son bir gün geçirmek üzere çantasını omuzlayıp yola koyuldu. Önce bir otel buldu kendine. İlk otel bulma girişimi dehşetle son bulmuştu. 36 kişinin canlı canlı yakıldığı madımak oteline gidince orada bir kebapçı olduğunu görmüştü. Madımak oteli hala vardı. Şimdi birde kebapçısı olmuştu.  İğrenme duydu bir an kusacak gibi oldu. Sonra başka bir otel bulmak için yürümeye devam etti.

Otele yerleşmişti. Duşa girmek için soyundu. Kendinde o gücü bulamadığı için yatağa attı kendini. Boş gözlerle tavana baktı. Otel odasının geçiciliği hissi doldurdu içini. Bu işi daha fazla uzatmaya gerek yoktu. 2 gün planladığı son sivil hayatı yarın sabah bitirmeye karar verdi. Gidip teslim olacaktı. Tekrar içmek istediğini fark etti. Suyun altına girdi. Sadece içmek istiyorum diye konuştu aynada olan kendisiyle.

Giyinip lobiye indi. Hiç kimse yoktu. Hâlbuki biraz içmek için bir yer soracaktı sadece. Sokağa adımını attı cadde üzerinde bir tekel bayisi gördüğünü hatırlamıştı. Oraya doğru ilerledi. Bir paket sigara isteyip içebileceği bir yerler sorduğunda adam ona porno dergi satmayı teklif etti. Sigaranın yanına 12 tane bira alıp oradan ayrılıp koşar adımlarla odasına döndü. Lobide bu sefer birileri vardı. Başta biralara bakıp ne iş yaptığını sordu. Askerlik konusu diyince gülümseyip afiyet olsun dedi sadece.

Sivasın yerel kanalları o zaman dvd kulüp gibiydi. Bir sürü boxoffice film oynuyordu. Eskiden izlediği Face off filmine denk gelince bıraktı kanalı. Film bitmeden biralar bitmişti. Son sahne oynarken sızdığını hatırlıyordu. Sabah 6 da uyanmıştı. Hemen bir sigara yaktı. Kesin kararlı idi bu boktan yerde bir gün daha geçirmek istemiyordu. Eşyaları çantasında idi toplanmak gibi bir ihtiyacı yoktu. Sigara bittiğinde duşa girdi. Giyinip hazırlandı. Lobiye indi anahtarı vermek için indi.

-hayırlı teskereler asker kardaş
-teşekkürler kolay gelsin.

Kışla şehir merkezinde olduğu için ulaşması için yürümesi yeterliydi. Upuzun düz bir yolda yürüdü. Canavarın ağzı ona bakıyordu. Çantasını yere koydu. Sigarasını yaktı. Kapıda nöbet tutan askerler görünüyordu. Ona bakıp duruyorlardı. O ise onları göremiyordu. Sadece başına gelecekleri düşünüyordu. Sigarasından kocaman iki nefes daha çekip yere attı.  O askerlere doğru yürümeye başladı. Askerlerin yüzünde güçlü ve tecrübeli olanın getirdiği o iğrenç gülümsemeyi hiçbir zaman unutmayacaktı. Kaba bir aksanla askerlik için mi geldiğini sordu askerlerden biri. Evet dedi. O sahte nezaketde evet ile son bulmuştu. Geç şöyle bekle çantana bakacaklar dedi diğeri.
Çantasını aradılar. 
Gerçek suç unsurlarının kafasında olduğunu bilmiyorlardı. Çok istekli bir biçimde donlarına baktılar, çoraplarını kurcaladılar. Sonra çantasıyla beraber gazinoya gitmesini istediler. Yanına torun dedikleri bir askeri vererek oraya gönderdiler. Torun nereli olduğunu sorunca İstanbul dedi. Torun bende istanbuldan deyip gülümsedi. Gazino sorumlusu denilen ve gerçek anlamda bir ayıya benzeyene d.k geldi burada bekleyecek deyip geri gitti İstanbullu torun.

Ayı ona oturmasını söyledi. Daha doğrusu homurdadı. Ayıcası oldum olası vardı. Yaşadığı kentte onlarcası ile yolculuk ediyordu, sokaklarda karşılaşıyor, alışveriş yapıyordu. Kısa süre sonra kantinci denilen gerçek bir insan geldi. Ayı ile bir diyaloğa girmek zorundaydı. Bunu hiç istemiyordu ama mecburdu. Sigara ve çay ihtiyacı duyuyordu. Asıl istediği bir kahve idi ama kahve burası için lüks bir beklenti olabilirdi. Ayıya saygıyla yaklaşarak gururunu okşayacak cümle ile işe başladı.

-Komutanım bir şey sorabilir miyim.
İşe yaramıştı. Ayı bir an da komutan ciddiyetine bürünmüştü.
-Ne istiyorsun
-Kantinden çay alabilir miyim
-Al ama ortalıkta gezinme sivillerin gezmesi yasak.
-Saolun komutanım.
-Sigara içiyor musun
Ayı bile olsa tiryaki tiryakinin halinden anlardı ve ayı gelecek diğer soruyu tahmin edebilecek kadar zekiydi.
-Evet komutanım. Arka kapının önünde kimseye gözükmeden iç. Diğer D.k’lar gelir dedi biraz sonra.

İkinci kez bu D.K’yı duymuştu. Bunu ayıya sormaya niyeti hiç yoktu. Bu kadar diyalog ayı için yeterliydi. Gerçek bir komutana dönüşmeden kantine doğru seyirdi. Kantinci ayının aksine bildiğin insandı. Hem de fazlasıyla insan. Camın önüne dikildiğinde küçük radyosunun kulaklıklarını çıkardı. Gülerek camı açtı.

-Çay mı istiyorsun?
-Evet zahmet olmazsa lütfen
-Nereden geliyorsun?
-İstanbul
- Bende İstanbulluyum
-Ne güzel neresi
-Pendik sen neresindensin
-Beşiktaş. Bir şey sorabilir miyim?
- Sor toprağım
-D.k ne demek
-Devre kaybı tertibiyle beraber gelmeyenler.
-Benden başkalarıda varmış
-Var var kahvaltıdalar biraz sonra gelirler.
-Ne olacak bize

O an güldü toprağım. Evet sorum gerçekten komikti ama bir o kadar trajik kalıyordu. Bende güldüm farkedince.
-Diğerleri gelinceye kadar hiçbir şey yapmayacaksınız. Bir iki güne kadar giydirirler sizi. Sonra bol bol bulaşık yıkarsınız.
-Teşekkürler komutanım
-Ne komutanı be toprağım sen kısa dönem değil misin?
-evet
-deme komutanım sen poşetsin çavuş olacaksın.

Devre kaybı,  poşet bombok bir jargon ile baş başa kalmıştı. Toprağına teşekkür ederek arka kapıya sigara içmeye gitti. Sigara içerken bir anda 10 15 kişilik sivil bir grubun gazinoya doğru geldiğini gördü. Sigarayı atmak için doğru zamandı o sivil gurubun başında gerçekten komutana benzeyen biri vardı. Sigaradan büyük bir nefes çekip ateşini attı. Cebine koyup gazinoya geri döndü.
Komutan ve beraberindeki sivil heyet gazinodan içeri girdi. Orada incelemede bulunan komisyona hiç benzemiyorlardı. Basbaya askerlerdi. Komutan onlara bir şeyler anlatırken onu fark etti. 

-Yeni mi geldin lan sen dedi.
 Espirili bir sesi vardı. Ama komutandı.
-Evet komutanım.
-Yapıldı mı işlemlerin
- Çantamı arayıp buraya gitmemi söylediler.
- Anlaşıldı. Sende otur bunların yanına.
- Tamam komutanım.
-Tamam yok emredersin komutanım diyeceksin.
-Emredersin komutanım.
-Nereden geliyorsun.
-İstanbul
-Geç bakalım İstanbullu tanış arkadaşlarınla.

Bunu söyledikten sonra gazinocu ayıdan televizyonun kumandasını isteyip tv’nin önünde olan sandalyelerden birine oturdu. Arkadaşlarıyla  baş başa kalmıştı.  Yanında oturan gülerek ona baktı.

-İzci kampımıza hoş geldin.
Kulaklarında küpe izleri, kaşında piercing izleri vardı. Güleç yüzlü biriydi. Kanı hemen ısınmıştı
-Hoş bulduk. Yahya ben.
-Serkan. Bende istanbuldanım Bakırköy.
-Beşiktaş bende. Ne yapıyoruz burda böyle hep oturacak mıyız?
-Diğer devre gelene kadar eğitim falan olmayacakmış.
-Askeri kıyafet falan ?
-Verecekler ama zamanı belli değil. Hem ben spor ayakkabılırdan memnunum.

Gülümsedi. Bir arkadaş edindiğini hissediyordu.
-sen ben den tecrübelisin bir şey soracam bu sigara işini ne yapıyoruz.
-Gidip arka kapıda içiyoruz.  Ben çayları alayım içmeye çıkalım dedi.
Kafa dendi biri olduğu her halinden belliydi.
-Bende geleyim
Kantine doğru geldiler İstanbullu kantinci çay mı dedi.
-2 tane alalım toprağım.
- Tamam nasıldı gece 2.bölükte mi uyudunuz.
-Evet. Leş gibi kokuyordu.
-Orası acemilerin yeri
-biz daha mı iyisine gideceğiz.
-En azından kokmaz o kadar.

Çayları alıp dışarı çıktılar Askeriyeden daha ziyade üniversitenin kayıt ortamına benziyordu. Yeşil kıyafetliler olmasa askerde olduklarını unutabilirlerdi. Bütün gün çay sigara içip sivil hayatlarından konuşuyorlardı. Kendilerinin unutulduklarına falan inanmaya başlamışlardı. 1 haftaya yakın böyle zaman geçirdiler.

Bir gün uzun dönem erlerden biri eli kolu evrak dolu gazinoya geldi. Hepsinin sıraya geçmesini kayıt yapılacağını söyledi. Tek tek oturdular. Kayıt işlemleri yapıldı. Birer suçlu gibi parmak izleri alındı. Kamp son buluyordu. Artık askeriye devreye girmişti. Biraz sonra giyindirmeye gidileceğini söylediler. Artık üniformaları da olacaktı. Emir komuta zinciri çalışmaya başlamıştı. Herkes birbirine botu bir numara büyük almasını söylüyor. Bir heyecan dalgası ve gerilim gurubu sarıyordu. Giyindirmeye değil de Normandiya’ya çıkartma yapılıyormuş gibi bir ruh hali vardı.
Giyindirme kuyruğu bir fabrika montaj hattını andırıyordu. Herkes itina ile tek tipleştiriliyor. Budanıyor ölmeye ve emir almaya hazır hale getiriliyordu. Giyindikten sonra artık asker olmuşlardı. 

Artık herkes birbirine benziyordu.
Yerleşik bir hayata geçmişlerdi.  Her akşam farklı yerde yatmaları son bulmuştu. Günde üç öğün bulaşık yıkıyor.  Sonra ortada gözükmeden boş boş geziniyorlardı. Komutanları böyle söylemişti. 

Devrenin gelmesine birkaç gün kalmıştı.
Günler böyle geçerken giderek kalabalıklaşıyorlardı. Sonunda devrede gelmişti. Kayıt işlemleri bitmişti. Artık eğitim aşaması başlıyordu. Herkesin en korktuğu zamanlar gelip çatmıştı. Bir sabah içtimadan sonra hep beraber eğitim alanına geçileceği söylendi. Herkes yarağı yedik der gibi birbirine bakıyordu.  Eğitim hiç umdukları gibi geçmemişti. Mangalara ayrılıp eğitim alanında farklı yerlere geçtiler. Sağa dön sola dön. Emir tekrarı yanaşık düzen dedikleri şeyi yapıyorlardı. Askerlik o kadar kötü bir fikir değil gibiydi.

Ertesi gün eğitim alanına gidilmeyeceği söylendi. Buna üzüldüler. Zira o kadar boş geçen gün sonunda eğitim onlara vakit geçirten en iyi şeydi. Askerde hiçbir şey yapmadan zaman geçirmek imkansız gibiydi. Neden eğitim alanına gidilmiyor diye uzman çavuşlarına sordular. Silah dağıtalacağı söyledi uzman onlara.  İzci gurubu buna sevindi. Herkes yeni bir rozet alacak izci gibi sevinçliydi.

O an için o da öyleydi. Artık uyum sağlamıştı. Etrafında herkes gibi o da bir önce sağ salim bitirip gitmeyi düşünür hale gelmişti. Herkes içtima alanının içinde heyecanla dağıtımı bekliyordu. Bölüklere ait silahlıkların önünde bayramlık bekler gibi dağıtım bekleniyordu.
İçeri giriliyor. Silah veriliyor seri numarası yazılıyor ve ezbeleniyordu. Silah namustu, karındı tadında vaazlar çekiliyordu. Sıra kendi mangasına gelmişti. İlk giren arkadaşı elinde bir kalaşnikof ile çıktı. G3 kalmadığını bunlardan verildiğini müjdeledi gülerek herkese. Bir kahkaha koptu. Manga komple solcuydu ve keleş ile daha bir coşmuştu. Sıra ona gelmişti. Girdi kayıdı yaptırdı. Silahı tuttuğunda otobüste duyduğu yanma hissi yine hâsıl oldu. Bütün damarları yanıyor gibiydi. Bütün görüntüler bulanıklaşıyor bambaşka görüntüler araya giriyordu. Kan şekeri düşmüş gibiydi. Burnuna çok pis koku geliyor. Sürekli kusacak gibi hissediyordu.

O gün öyle kötü bir şekilde geçti. Akşam yattığında artık askerlik yapmak istemediğinden emindi. Sabah içtimasında kendini revire yazdırdı. Silahı görmek istemiyordu. Öteden beri bacağında bir rahatsızlık vardı. Onu kullanarak kurtulmayı deneyecekti. Sonra revir denilen ortamın beklediği gibi bir yer olmadığı ortaya çıktı. Acemiler hastaneye sevk edilmiyordu. Bir şekilde hastaneye gitmesi gerekliydi. Daha ilk muayene sırasında bacağı problem olmuş. Fakat kendisi muayene olmak istememişti. Herkes ona askerde çürük almanın daha rahat olduğunu söylemişti.

O da şimdi bunu başarmak istiyordu. Silahı düşününce kendini boktan bir kiralık katil gibi hissediyordu. Bu hislen yaşayamazdı. Her gün revire çıkmak istiyor komutanlarından fırça yemeye başlıyor bacağında olan problemi gösterince yazılıyordu. Hatta sonunda başçavuş aracılığı ile sevk almayı başarmıştı. Tugayın hemen yanında küçük bir askeri hastane vardı. Orda asteğmen bir doktor ile görüştü. Hemen Ankaraya sevk etti. Çok iyi biri idi. Ona olduğu gibi anlattı anlatırken ağlıyordu. Garip bir şekilde asteğmen onu anlamıştı. Gata’ya sevk ediyorum seni dedi. Orada umarım bir şeyler olur. 2 gün sonra Ankaraya gidecekti. Depocudan sivil kıyafetlerini almış. Yıkamış günü bekliyordu.

Gideceğinden bir gün önce sabah içtimasında sivile gideceği için şakalaşıyor. Sanki teskere almış gibi hava atıyordu. Arkadaşları ona geri döndüğünde hesap soracaklarını söylüyor takılıyorlardı. O sırada Şişman astsubay başlarında bitti. Hiçbir rütbeli olmadığı için içtima için toplanma zamanı tantana her zaman olurdu. Bu astsubay generalden general bir tipti uzun dönem askerler taşak geçerler general diye lakap takarlardı.

Önce herkese bağırdı. Küfür gırla gidiyordu. Kimse bozuntuya vermedi. Sırasına geçti “Asker” gibi beklemeye başladı. Astsubay hızını alamıyordu. Bir bir sövüyor. Bir türlü öfkesi dinmiyordu. O’nun yanına geldiğinde ittirdi onu. Adamı bildiği için bozuntuya vermedi. Komutanı dokunduğu için tekmil verip adını söyledi. Bu onu bir an için duraklattı. Sonra ona dönüp numara yapma devletin parasıyla doktorlardan çıkmıyorsun gibisinden vatansever bir nutuk çektı. Zoruna gitmişti. Sustu. Astsubay uğraşmaya devam ediyordu. Kendisi kötü örnek gösterip arkadaşlarına vaaz çekmeye başlamıştı.

Tutamadı kendini. Kendi ailesinin de vergi mükellefi olduğunu,  onların vergileriyle maaş aldığını Astsubaya nazikçe hatırlattı. Hızını alamıyordu kendisinin de sivil hayatda iyi bir vergi mükellefi olduğunu hatta içtiği içkilerin vergisi ile astsubay maaşı ödediğini söyledi. Tüm sinirleri boşalmıştı buradan geri dönmeye hiç niyeti yoktu. Astsubay üstüne yürümeye başlamıştı. O duruşunu hiç bozmuyor gelecek hamleye vereceği tepkiyi düşünüyordu.

Astsubay harekette bulunamadan diğer rütbeliler de içtima alanına geldiler. Diğer astsubaylardan biri de gerginliği görünce geldi. Kısaca olan biteni öğrendikten sonra tutanak tutarız deyip diğer astsubayı uzaklaştırdı. Geri gelip bir iki tehdit cümleside o savuşturdu. İştima başladığı için olay kapatılmıştı. Akşam içtiması sona ermişti. Kendini çok öfkeli ve nefret dolu hissediyordu. Kiralık katil olduğu sürece böyleleri uğraşmak zorunda kalacaktı. Ertesi gün direk revire çıktı içtimaya dahi katılmadı. Herkes görev yerlerine geçtikten sonra gitmek için hazırlanmaya başladı.

Sivil kıyafetlerini giydi. Yatağa yattı. Olan biteni ve olacakları düşünüyordu. Tutanak işi olmamış. Herhangi bir ceza almayacağı belli olmuştu. Şimdilik yırtmıştı ama kendini savunmanın suç sayıldığı bir yerde durmak istemiyordu. Burası için değildi. Bunu herkes bilmeliydi. Bunun için ceza alacaksa almalıydı.

Dolabından askeri kıyafetlerini aldı. Bir poşete koydu. Tabur karargâhının önüne geldi. Hastaneye gideceğini yazıhaneye uğraması gerektiğini söyleyerek yukarı çıktı. Tabur komutanın kapısın önünde durdu. Kapıyı çaldı. Komutan ona kimsin der gibi bakıyordu. Askeri kurallarla kendini tanıttı. Yaptığı bir suçtu. Silsileyi takip etmemiş direk üst komutana çıkmıştı. Bu bile başının belaya girmesi için yeterliydi. Az sonra olacakların yanında hiçbir şeydi gerçi.

Komutanı bir şeylerin olduğunun farkındaydı. Karşısındaki hiç sağlıklı gözükmüyordu. O kadar insan göre göre insandan anlar olmuştu. Peki otur dedi. İşte bütün beklediği buydu. Bütün aklını boşalttı es vermeden anlattı her şeyi. Sonunda bana öğretmek istediğiniz mesleği ahlaki ve vicdani sebeplerden yapmayı red ediyorum diye bitirdi sözlerini.

Komutan bunun bir suç olduğunu söyleyerek başladı söze. Gerek askeri gerek sivil kurallarla belirlenmiş kanunlara göre suç işlediğini belirtti. Ve bütün askeri mantık gibi kendisinin hasta olduğunu psikoloji servisine sevk olmasını gerektiğini bunun için yardımcı olacağını söyledi.
Her ne olursa olsun hasta olduğunu kabul etmediğini belirtti komutanı sözlerini bitirince. İnsan gibi düşünmenin askeriye için bir hastalık olabileceğini ama bu yüzden verilecek herhangi çürük raporunu kabul etmeyeceğini belirtti. Anlayışı için teşekkür etti.

Komutanı yine de bölük komutanı ile konuşacağını şimdi gidip yatmasını istedi. O artık konuşmanın anlamı olmadığını biliyordu. Yine son kez gibi asker davranarak çıktı odadan. Hastanenin yolunu tuttu. Onun gittiğinin anlaşılması uzun sürecekti. Tren garına götürecek servise bindi. Arkasına bakma ihtiyacı duymuyordu. Yine gelecekti. Aylar süren tutuklu günler, mahkemeler, işkenceler sonunda oradan arkasına bakmadan çıkacağını biliyordu ve öyle oldu.
Otobüsten indiğinde annesine sarıldı. Babası tam arkadaydı. Barışın askeri diye kucakladı onu gökyüzü sanki biraz aydınlanır gibi olmuştu.








17 Eylül 2014 Çarşamba

Korkusu sik olanın ölümü

Korkusu sik olanın ölümü


“ Demek ki her iklimde her insan,
Başı dardayken dua ettiğinde,
Kutsal insan suretine dua eder
Rahmet Merhamet Huzur ve Sevgiye.
Ve herkes sevmelidir insan suretini,
Putperest, Türk ya da Yahudi.
Rahmet, Sevgi ve Merhametin yaşadığı yer,
Tanrı’nın da yaşadığı yerdir çünki.”
William Blake

Nasıl bir yüzyılda yaşadığımız üzerine konuşmak geçtiğimiz yüzyılın ne kadar boktan olduğundan bahsetmek isterdim. Belki aslında her şeyin o denli boktan olmadığından çiçek çocuklardan falan bahsetmek de isterdim.  Bunların bir anlamı olduğuna inanmıyorum. Sadece şimdinin olduğundan bahseden bir sürü insan olmuştur. O insanlar akla daha yakın duruyor gibiler.

 En büyük bunalımlarımız yarına acı olarak kalırlar. Başka acılar ile onlar silinir gider. Hiç birimiz bir önceki acımızı hatırlamıyoruz. Hatırlamak zorunda değiliz. Birine ulaşmanın saniyeler ile ölçüldüğü günümüzde acıların çok uzun olmasını beklemek anlamsız olur.

Acı çekmiyoruz zaten. Bir şeyin acısını çekmeye vakit bulamıyoruz. İsimler ölü. Bedenler eski. Fikirler onlar çoktan yok oldular. İnanmıyoruz. İnanmak istemiyoruz. Bunun üzerine dertlenmek pek gerekli değil. Hatta üstüne düşünmemiz gerekenler bunlar değil. Kendimize ait olmadığımız bu dünyada kendimize ait sanal orospu çocukları ve belalar yaratmanın lüzumu yok.

Hepimizin bok parçası olduğunu söyleyen palanhiuk ergenine katılmıyorum. Bok doğada kaybolan en fazla kolera yapan bir şey. Biz yaşarken ve öldükten sonra her şeyi yok edip duran bir hastalığız. Buzdolabı olan hayvan olmaz. Hayvan bile olmadığımız bir sistemde ben kimim sorusu ile oyalanıyoruz.
Sen bir orospu çocuğusun. Bencil sadece götünün derdinde geberip giden bir piç kurusundan ibaretsin. Son 30 senedir 2. Dünya savaşından daha büyük katliamlar yaşanıp duruyor. 300 kişi öldüğünde götüne başına siyahlar sürüp yas tutan ilgi orospuları ve ölü kaldırıcılar her yıl ölen yüzlerce işçi için götünü kıpırdatmıyor. Bunların hepsi istatik belki. Hiç kimse bir sikin nasıl çalıştığınla ilgilenmiyor. Ya sikin boyutlarına ya da cüzdanın kalınlığına bakıyor. Korkumuz sik. Belamız sik. Sonumuz siki tutmak. Olay son derece basit.

Bir kadını sevdiğimize inanıyoruz. Çoğu zaman onun bir sikik tişört gibi üstümüzde nasıl duracağına bakarak sevmeye karar veriyoruz. Çok mu kopuk oluyor bu yazı.  Hani nerde 20.yy katliamları. Çiçek çocuklar ne oldu. İşçi sınıfı  nerde diyor olabilirsiniz. Hepsi burda tam karşınızda. Bir kadının gözbebeklerinin içinde. Onun bir meta olmadığını anladığımızda kendimizin de bir mal olmadığını kavrayabiliriz. Ve bir kadın yalnızca bir kadın sadece seni sen diye sevebildiğinde işte o zaman bir bok olabiliriz. Çok mu kopuk. Sanmam. Dünün ve bugünün sırrı sanırım bu. 

Dünyanın şifresi piramitlerde illuminatide falan aramaya gerek yok. Bizi izleyen tek bir çift göz var. Ona layıkıyla bakamadığımız sürece düzen hiç ara vermeden düzmesine devam edecek.
Düşünsene bir. Hayır bu size ya da roman diline sorulmuş bir soru değil. Kendime diyorum düşünsene bir. Bunu uzun zamandır yapmıyorum. Çok rahatlatıcı mı ? Başlarda evet.  Daha sonra çok yorucu.  

Bebeğim rock n roll düşünmemek değildir demedi kimse bana. Düşünmezsen nasıl yapabilirsin amına kodumun salağı da demediler. Reklam billboardları “just do it” diyordu yalnızca. Peki neyi ? Yeni bir spor ayakkabı ile ne olabilirdi. Hayatımın kadınını bir spor ayakkabı ile elde edeceksem o hayat nasıl boktan bir hayat olacaktı. Just fuck it deselerdi. Neler olabilirdi. Sanırım hiçbir bok olmazdı. Sikişemediği için alışveriş yapan alışveriş yaparken sikişen bir toplum. Sanırım hiçbir distopyacı bu geri zekalılığı ön göremedi. En basit hayvani güdümüze kurban olacağımızı akıl edemediler.

Akıl edilmesi için akılcı bir şeyler olması gerekirdi. Hiç akılcı bir şey var mı ? Belki şimdi ulan ibne dünyanın kurtuluşunu iyi bir aşka ve sikişe bağlıyorsun. Olay bu kadar basit mi diye çok akılcı sorular sormak isteyenler olacaktır. Ki bu soruyu soran göt verenler yüzünden olaylar bu kadar boktan. Benim şu kadar kelime ile sıçıp durduğum ızdırabı, Cemal Süreya tek bir dize ile sikip atmış. “Dünyayı sevmek kurataracak” Korkumuz sik ölümümüz sik gibi. Siki tuttuğumuz çağdan 17 Eyl. 14 tarihinden görünen bu.